Özgün

Meçhul

Yazılma tarihi yeni olsa da, bu kısa öykü aslında iki seneye yakın zamandır, kimi zaman bir kabus gibi, kafamda dönüp duruyor, kendini şekillendiriyordu. Sonunda yazıya geçirdiğimde de bir bakıma kendi kendini yazdırdı.


Gözlerini açtı. Önünde bir grilik vardı. Kulaklarında bir uğultu. Grilik netleşti. Bulut oldu. Uğultu devam ediyordu. Arada çatırtıya benzer sesler seçtiğini zannetti. Bir süre öylece yattı. Doğrulmaya çalıştı. Karnındaki tarif edilemez ağrılar yüzünden vazgeçti. Gözlerini kapattı…

Sarı tarlalar…

Tekrar açtı. Grilik yerini siyahlığa bırakmıştı. Uğultu biraz daha netti ama devam ediyordu. Biraz azalmış mıydı acaba? Tekrar doğrulmaya çalıştı. Karnına batan binlerce bıçak onu tekrar yerine yapıştırdı. Nerede olduğunu, ne yaptığını hatırlamaya çalıştı. Başaramadı. Gözlerinin kapanmasına mücadele etmedi.

Yeşil ağaçlar…

Gözlerini açtığında uçsuz, kesintisiz bir turuncu-mavilikle karşılaştı. Uğultu devam ediyordu. Tekrar doğrulmayı denedi. Tekrar bıçaklar. Bu sefer biraz daha dayanılır gibiydi sanki. Ama yine de yatmaya devam etti. Düşünüyordu. Aklını toplamaya çalışıyordu. Uğultu netleşmeye başladı. Arada çatırdılar, patlamaya benzer sesler duyuyordu. Uğultu bir anda şiddetini yükseltti ve güçlü bir sarsıntı hissetti. Tepesinde uçan kuşları farketti. Binlerce. Çevreye saçılıyorlardı. Bir kısmı kondu. Garip! Kuşlar birlikte gitmez miydi? Biri az ötesine konmuştu. Kafasını çevirdi baktı. İrice bir toprak parçasıydı. Kafası karıştı. Gözlerini kapattı…

Sarı tarlalar…

Açtı. Güneş tepesindeydi. Gözlerini kamaştırıyordu. Uğultu devam ediyordu. Çatırtılarla beraber. Çatırtılar daha belirsizdi. Ama oradaydılar. Boğazı kurumuştu. Kafasını kaldırmaya çalıştı. Yine karnındaki bıçaklar… Direndi. Biraz kaldırabilmişti kafasını. Üstüne baktı. Yeşiller içindeydi. Koyu yeşil. Anlam veremedi. Karnına doğru baktı. Orada geniş bir kahverengilik gördü. Kafasını geri toprağa koydu. Hafif bir ıslaklık ile beraber toprağı hissetti. Başını biraz çevirdi. Metal bir şapka gördü. Bir tarafı epey ezilmişti. Yanında sarı boyayla yazılmış adının baş harflerini gördü. Yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Kendisi bir asker olmalıydı. Sol kolunu oynatamadığını farketti. Sağ kolu ise biraz ağrılı da olsa oynayabiliyordu. Elini başına götürdü. Sol yanında yine ıslaklık. Gözlerini kapattı.

Yeşil ağaçlar…

Gözlerini açtı. Güneş biraz daha ilerlemişti. Birkaç saat geçmiş olmalıydı. Ya da bir ay. Farkı yoktu. Sol kolu hala oynamıyordu. Sağ kolu biraz daha oynayabiliyordu. Ama gücü giderek tükeniyordu. Yutkunmadı. Boğazındaki kuruluk… Sağ eline baktı. Kızıl… En son başına götürdüğünü hatırladı. Muhtemelen kendi kanıydı. Biraz ürktü. Kıpırdamadan yattı. Düşünüyordu. Düşündükçe gözünün önüne hayaller geliyordu. Sarı tarlalar… Yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Babasıyla beraber bu tarlalarda ekin biçiyorlardı. Ne kadar zaman önceydi acaba? Hatırlayamadı. Dünya grileşti. Yeşil ağaçlar… Hatırlamıştı. Bir sene kadar önce meyva bahçesindeydi. Meyva topluyordu. Bir yerlerde savaş vardı. Babasıyla olan tartışmasını hatırladı. Askere katılmak istemişti. Babası ise karşı çıkmıştı. “Bizim savaşımız değil.” demişti. O ise “Kendisini anlamadığını” söyleyip, kapıyı çarpıp çıkmıştı. Gençti. Heyecanlıydı. Sonrasını hatırlayamadı. Yine gözleri kapanıyordu. Gücü tükeniyordu. Karşı koymadı.

Kırmızı-Yeşil bir elma ağacı…

Gözlerini açtı. Gökyüzü kırmızıya dönmüştü. Evet askerdi. Bir yerlere gönderilmişti. Savaşa. Savaşın ne için olduğunu hatırlamaya çalıştı. Yapamadı. Bir senedir askerdi. Emirler alıyor, yerine getiriyor ama sorgulamıyordu. Son görevinde ön cepheye gönderilmişti. Hücüm sırasında sol yanında 2-3 metre ötesindeki büyük gürültü ile kendinden geçmişti. Muhtemelen bir top güllesi patlamıştı. Anlıyordu. Herhalde miğferi de bir şarapnel yüzünden eğilmişti. Başı da o yüzden kanıyordu. Eğildi, karnına baktı. Kahverengiliğin arasından parlayan bir sarılık gördü. Geri yattı. Şarapnellerden birisi karnının sol yanına girmiş olmalıydı. Çıkarmaya niyetlendi. Tarifsiz acılar. Vazgeçti…

Yatmaya devam ediyor ve düşünüyordu. Ah bir de şu boğazındaki kuruluk olmasa. Kafasını çevirip su matarasına benzer bir şey bulmaya çalıştı. Bulamadı. Her yutkunuşu boğazını yırtan bir camdı sanki. Kafasını dağıtmaya çalıştı. Karnındaki acı azalmış mıydı? Doğrulmaya çalıştı. Kıpırdayamadığını farketti. Gökyüzünün netliği kaybolmaya başladı. Korktu. Aklını meşgul etmek istedi. Savaşın ne uğruna olduğunu düşünüyordu. Düşünüyordu. Ama hatırlayamadı. Belki de bir süre sonra anlamını yitirmişti. Emir almak. Emiri yerine getirmek. Süregiden bir döngü. Gökyüzü tamamen turuncu-gri bir renge büründü. Herhangi bir detay kalmamıştı. Hiçbir ağrısının kalmadığını şaşırarak farketti. Dünya daha da bulanıklaştı. Gözleri kapanıyordu. Mücadele etti. Yapamıyordu. Çaresiz bir şekilde vücudunun son emrine itaat etti. Gözlerini kapadı…

Yine o elma ağacı. Elma ağacına koşuyordu. Tırmandı. Elma koparıyordu. Altta duran babasına atıyordu. Babası başta biraz kızmış olsa da oyununa ortak olmuştu. Yakalamaya çalışıyordu. Bir elma kopardı. Aşağı attı. Bir elma daha… Bir anda ortalık karardı. Sonsuz bir siyahlık. Boşluk…


Avaris - 07.10.2007 07:55